Dumanı tüten ahşap bir kulübe koyuyorum çamların altına! Bir tarafında kırılmış odunlar, diğer tarafında etrafı çevrilmiş küçük bir bahçe, kümes, hatta biraz uzakta derme çatma sundurma. Kirli, küçük bir lavabo, musluk takılmış turşu bidonu, zinciri paslı, köşesinde iç içe geçmiş iki tane kalp olan sırları dökülmüş ayna. Kulübe ile kümesin arasında ot bitmeyen kiremit rengi patika. Kuş sesleri, uzakta bir saksağan, etrafa saçılmış kozalaklar, kurumuş çam iğneleri.
Ne güzel bugün hava. Güneş ne kadar parlak ve gökyüzü ne kadar mavi.
Yazdan önce baharın en güzel zamanı.
Deniz sakin, gökyüzü boyanırken yere damlamış ve öylece kalmış adalar dudaklarındaki davetkar tebessümü saklamaya çalışıyor.
Hiçbir şey düşünmeden uzun bir yürüyüş yapsam mı ormanın içinde? Kaybolsam? Amaan nasıl olsa bir yere çıkarım rahatlığı çökse üzerime, şaşırsam gördüklerime?
Ormanın en bilge, en ulu ağacına sırtımı yaslasam, sessizliği duymaya çalışırken içim geçiverse?
Rüyamda da hiç bilmediğim yerleri görsem, hiç hissetmediklerimi hissetsem?
Kekik kokularına, kuş seslerine, mucizelere uyansam?
Soğuk, fırtınalı kış gecelerinde adaların üzerinde çakan şimşeklere, gök gürültülerine şahit olan, sırtı bana dönük olduğu için yüzünü göremediğim orta boylu, yaşlı bir adam oturuyor kulübede!
Yaşamıyor da daha çok düşünüyor sanki.
Aklından geçenleri, gözlerini bir noktaya sabitlemişken açılan pencereleri görsün, anlasın istiyor insan.
Ne biliyor benim bilmediğim!
Ne yaşamış benim yaşamadığım!
Sahile iniyor, ceplerimi çakıl taşları ve deniz kabukları ile dolduruyorum. Ne işe yarayacaklarını bilmiyorum henüz, zamanı gelince her şey! Düz bir taşın üzerine oturuyorum sonra, orman benim derinlerimde yürüse de olur diye geçiriyorum içimden.
Yaşlı adamı mavi bir kayıkta kürek çekerken görüyorum! Kareli uzun kollu bir gömlek var üzerinde, uzaklaşıyor. Geceden attığı ağları toplayacak besbelli. Şimdiye kadar duymadığım hüzünlü bir melodiyi ıslıkla çalıyor.
Melodi kanatlanıyor top top beyaz bulutların arasında kayboluyor.
Bir anlığına susuyor her şey!
Güleç, küçük bir çocuk yaklaşıyor yanıma, elinde kendisinin yaptığını bildiğim yelkenlisi var.
Trifon! Sen misin?
“Benim Alicim!”
Geliyor, yanıma ilişiyor. Kısa pantolonu var üzerinde, dizlerindeki yaralar kabuk bağlamış, yüzü, kolları güneş yanığı…
Ortaokula gidiyordum Trifon'la tanıştığımızda, ben neredeyse elli yaşıma geldim o büyümüyor hiç!
Denize girmeyenlerle arkadaşlık etmiyor musun hala?
“Etmiyorum! Sen ne yapıyorsun?”
Bıraktığın gibi değilim tabi, baksana ne hale geldim.
Gülüyor.
Deden nasıl?
“Bildiğin gibi, canavar hikayeleri anlatıyor, ağları onarıyor, balığa çıkıyor, çocuklarını özlüyor…İdare edip, gidiyoruz.”
Şu hayalden yaşlı adam dedeni hatırlattı diye mi geldin sen?
“Yoo benim dedem daha yakışıklı.”
Suya bırakıyoruz Stelyanos Hrisopulos Gemisi'ni, yelken açıp ufukta kaybolana kadar ardından bakıyoruz.
Geminin kırmızı bayrağında yer alan istifham işaretine artık soru işareti diyoruz ama o günlerden bugünlere değişmeyen şeyler de var tabi.
İnsanlar o zaman da bir dakika vakit ayırıp denize bakmıyordu, şimdi de.
Dersler hiçbir zaman deniz kadar güzel ve öğretici olmadı!
Çocukların yaptığı yelkenlileri taşa tutan yaramaz çocuklar hep var.
Geldiği gibi gidiyor Trifon.
Görüşür müyüz bir daha diye sesleniyorum ardından.
Ya duymuyor ya cevap vermek istemiyor!
Yaklaşmaya başlıyor mavi kayık, arkasından güneş geldiği için yaşlı adamın yüzünü yine göremiyorum. Pantolonunun paçalarını dizlerine kadar sıvamış, gömleğin düğmeleri açık.
Çıplak ayaklarıyla atlıyor suya, kayığı kumsala çekiyor, türlü, renkli balıklarla doldurduğu hasır sepeti koltuğunun altına alıyor.
Yanımdan geçerken görmüyor beni, kulübeye çıkan tepeyi tırmanmaya başlayınca kayboluveriyor.
Karne haftasıymış da okulu kırmış gibi hissediyorum.
Mucizelere uyanmayı dilerken, mucizeyi yaşıyor olduğunun farkına varamamak!
“Bir bahar daha” diye fısıldıyor denize eğilmiş çam ağacı…
Hamiş: Stelyanos Hrisopulos Gemisi Sait Faik'in 1936 yılında basılan Semaver adlı kitabında yer alan on dokuz öyküden biridir.
Üstadın anısına saygıyla…